Cep telefonlarının ilk çıktığı zamanı hatırlıyorum dün gibi. Hatta ilk cep telefonumu aldığım yılı da, sanırım1994 yılının yaz aylarıydı. Büyüklerin “sahra telefonu” dedikleri gibi büyüktü. Ancak, o zamanları bilmeyenler bunun nasıl bir nimet olduğunu da bilemezler elbette.
O zamanlarda evdeki telefonlar bizlere “kablo boyu kadar özgürlük” tanıyordu. Sonradan çıkan telsiz telefonların sunduğu özgürlük alanı da çok geniş değildi. Biraz uzaklaşınca konuşmak imkânsız hale geliyordu. Ayrıca herkesin ortasında konuşmak da kolay değildi. Özel görüşme yapmak için odanın kapısını kapatmak gerekiyordu. Mutlaka bir aile üyesi paralelden dinlediği için, kapıyı kapasanız da özel görüşme yapmak pek mümkün değildi.
Sonra cep telefonları icat oldu. Böylelikle kablo boyu özgürlükler tüm dünyaya yayıldı. Herkes her yerde telefonda konuşmaya başladı. Sonra elbette yasaklamalar da geldi. Toplu taşımada “seyir aletlerini” bozuyor dendi. Fazla doğrulanamayan bu iddialara rağmen, cep telefonları her alana yayıldı.
Bazı ülkeler bu gelişmeye geç katıldı. Mesela ABD’de cep telefonlarının tutmayacağını düşünen Telekom şirketleri, tanınmış danışmanlık firmalarının raporlarına güvenerek yatırımda geç kaldılar. Avrupa bu işte çok daha hızlı hareket etti.
Aslında Türkiye cep telefonlarının “eğlenceli” olduğunu fark ettiği için ABD’den daha hızlı bir şekilde pazara giriş yaptı. Ancak sonradan bocaladı. Bu bocalamadan sonra toparlaması uzun sürdü. Cep telefonlarının yıllar içinde “akıllı telefonlara” sonra da “handset” şekline dönüşeceğini göremedi. Cep telefonu üretmeye başlamışken, bu dönüşümü göremeyip geri kaldı ve ithalatçı konumuna düştü.
Halbuki gelişimin nerede olduğunu anlamak için arz tarafına değil, talep tarafına bakmamız gerekiyordu.
Açıkçası 2010 yılından beri insanlar cep telefonlarından konuşmak yerine “data göndermeyi” tercih ediyorlar. Bu durum cep telefonu üzerine yüklenen uygulamalarla ivmelendi. GSM firmaları eskiden insanlar “daha çok konuşsun” diye uğraşırken, bugün “daha çok data kullansın” diye uğraşıyorlar. Bu durum binlerce yeni şirketin kurulmasını ve aralarından bazılarının milyarlarca dolar piyasa değerine kavuşmasına sebep oldu.
Maalesef Türkiye bu dijital uygulamalarla alakalı küresel çözümler sunamadı, yerel çözümler sundu. Bazı çözümler sahiplerine milyarlarca dolar olmasa da milyonlarca dolar kazandırdı. “Yemek Sepeti” gibi. Bir de “trend yol” var elbette. Fakat halen küresel ölçekte başarı kazanmış yaygın bir uygulama çıkarabilmiş değiliz. Çünkü iş yapış tarzımız daha önceki bölümlerde anlattığım gibi, mal ve hizmet üretmeye dayalı, çözüm üretmeye dayalı değil.
Mesela dünyanın en çok noktasına uçan havayolu olarak övündüğümüz THY’nin onlarca katı değerinde ve sadece bir avuç insan çalıştıran firmalar ortaya çıktı. İsmi WhatsApp. Bizler “en büyük, en geniş” gibi takıntıların içindeyken, “en iyi, en ekonomik, en verimli” olanlar başkaları tarafından yapıldı, yapılıyor. Çok para harcayarak ortaya çıkardığımız “en büyük” işler karşılığında insanlara “en büyük” vakti kaybettirdiğimizde, gelen eleştirilere tahammül edemiyoruz. “İsraf” dendiği zaman ise öfkeleniyoruz. İddialarımız büyük, ancak kaynaklarımız bu iddialar için harcandıkça doğru işlere para kalmıyor.
Uçakların gelecekte dikey havalanacağını, başka ulaşım metotlarının uçaklara rakip olacağını, üç boyutlu yazıcılarla sanayinin değişim geçireceğini, doğayı tahrip ederek mega proje yapmanın pahalıya mal olacağını, şahsi menfaatlerin toplumun faydasının önüne çıkarılmasının büyük felaketler getireceğini, eğitim seviyesi düştükçe ilerlemenin azalacağını, vicdanı hür olmayanın irfanının da hür olamayacağını göremeden ilerliyoruz.
Türkiye’nin her yerine AVM açtık, dükkanların sayısını çoğalttık. Ancak dünyada perakende markaları artık e-ticaret üzerinden yola devam ediyor. Sadece 2017 yılında büyük markalar dünya üzerinde 5000’e yakın dükkân kapatmışlar. Bunlardan sadece 408’i ortaklıktan kaynaklanan problemlerden ya da finansal durum sebebiyle gerçekleşmiş. Biz ise hala dükkân sayısını artırmaya çalışıyoruz. Halbuki bu 20. yüzyılın paradigmasıydı. Şirketler ciroya veya karlılığa göre değerlendiği gibi, satış noktasına göre de değerleniyordu. Şimdi işler değişti. Ancak, biz hala göremedik. Dükkân kirası ve dükkânın dekorasyonuna ciddi rakamlar ödeyen bir iş dünyamız var.
Sanayi 4.0 ile ilgili de doğru değerlendirmelerimiz yok. Fabrikalara robot koymayı Sanayi 4.0 olarak tarif ediyoruz. Halbuki tarifi bu değil. Rahat anlaşılacak bir tarif yapalım:
“…Üretilen mal veya hizmetlerin (çözümlerin) tüketici tarafından nasıl kullanıldığını, tüketicinin tepkilerini ve önerilerini yapay zekanın yardımıyla toplayarak, dijital bir omurga sayesinde (fiber optik ya da mikro dalga) firmaya taşımak. Sonrasında bu data ile mal ve hizmetlerin üzerinde tüketicileri memnun edecek değişiklikleri yaparak piyasaya sürmek. Hatta bu data ile gelecekteki ürünleri şimdiden tasarlamaya başlamak…”
Acaba Türkiye’de kaç firma bu bahsettiğim süreci uyguluyor? Çok fazla sayıda olmadığı ortada ki, küresel markalar yaratamıyoruz. Yakında Sanayi 5.0 geldiğinde ise birçok insanın işsiz kalacağını ve yeni iş kolları yaratmamız gerektiğinin de farkında değiliz. İsterseniz yaklaşmakta olan tehlikeyi ve fırsatları da açıklayalım.
Sanayi 4.0’dan 5.0’a doğru geçerken mavi yakalı ve beyaz yakalıların yaptığı birçok işin robotlar ve yapay zeka tarafından gerçekleştirileceği öngörüldüğü için, atıl kalacak insan kaynağının kendini geçindirecek değeri mevcut para sistemleriyle nasıl sağlayacağı da herkesi düşündüren bir mesele oldu.
“Yardımseverlik” ya da “çevreye duyarlılık” gibi bugün değer verilen ama para etmeyen davranışların,alış-veriş değerine dönüşeceği pilot projelere katıldığımdan, bu adımların fantezi değil doğru hamleler olduğunu görebiliyorum. Yakın gelecektesosyal hizmet yaptığı için, bildiklerini öğrettiği için, sıfır atıkla yaşadığı için veya herhangi bir mal ya da hizmeti kullandığı/tanıttığı için kesintisiz gelire sahip olacaklar insanları tahayyül edebiliyorum. Belki zengin olmayacaklar ama zenginlerin dertlerine sahip olmadan kendi kendilerine yeten bir hayata sahip olacaklar.
İnsanlığın bundan sonraki adımı, her türlü emek-düşünce-katkı ile yaşamaya devam etmek olacak. Giderek dijitalleşen dünya, sadece insanların değil her türlü canlı/cansız varlığın hareketini kaydettiği için, tüm emek birimlerinin değere ve değiş tokuş birimine dönüşmesini sağlayacak. Yakın gelecekte bugünün para ve sermaye piyasalarına göre çok daha farklı algoritmalar içeren enstrümanlar ortaya çıkacak gibi gözüküyor. Blockchain teknolojisi yaygınlaştıkça, ulusal paraların ve birçok formalite ile bürokrasinin ortadan kalkacağı da öngörülebilir.
İstanbul’daki bir alışveriş merkezinde telefon ya da araçları şarj edebilen ünitelere pedal çevirerek enerji depolayan bir sade vatandaşın kredi kartına ya da banka kartına aynı gün kullanabileceği alışveriş birimleri yüklendiğinde, aynı gün 3 hükümet de değişse fark etmeyecek. İnsanlar kendi emekleriyle kendilerine yetecekler. O gün geldiğinde bankacılık ve finans bitmeyecek. Ancak şekil değiştirecek. Enerjinin değere çevrildiği yeni dünyada, ihtiyacı olanlar için hizmet vermeye devam edecek.
Bizler, yani iş dünyası tarafından “pratik olmamakla” eleştirilen akademisyenler, geleceği net olarak görüp uyarılarımıza devam ederken, diğer tarafta 10 yıl sonra var olmayacak modeller için kaynakları tüketen insanların varlığıyla yoruluyoruz. Ödemelerini geciktirmeyi marifet sayan, onları kendi keyfine göre sıraya koyan, verdiği sözleri tutmayan çünkü tutamayacağı sözleri veren bir iş dünyasıyla yapabileceğimiz işler sınırlı olacak elbette.
Kaynakça: “İktisattan Çıkış”, Destek Yayınları, 2019